Ben
bugün buraya nispeten eski bir filmden söz etmeye geldim. 1998 yapımı,
çokuluslu bir film Le Violon Rouge/ Red Violin/ Kırmızı Keman.
Farklı
ve emek verilmiş kurgusu, müzikleri
ile kendisinden söz edilmeyi fazlasıyla hak eden bir film. Gerilim ve mistik öğeler de ustaca
serpiştirilmiş. 1680 ler Viyanasından yola çıkıyoruz ve bir kemanın üretim
atölyesinde başlayan hayatını, ona kâh ahşaptan oyarak, kâh çalarak aşkını, gönlünü ve emeğini
verenlerle birlikte bugüne kadar izliyoruz. Üstelik, bugüne gelirkenki
yolculukta bu keman farklı kültür ve
anlayışlardan, farklı siyasi görüşlerden geçerek elden ele dolaşıyor ve en son
bir müzayede salonunda önümüze çıkıyor.
Anlatım
tekniği olarak gel-git tercih etmek bir risk olsa da, çünkü hikayeyi darmadağın
edebilirsiniz, hiç hataya düşülmeden, karmaşaya kapılmadan, iki kanaldan
ilerleyen hikaye, yine ustalıkla kendi üzerine kapanarak doyuma ulaştırmış izleyiciyi.
Kurgusal açıdan bu kadar iyi olmasa anında
vasatlaşabilirdi; “hikaye klasik, oyunculuklar kurtarmış” seviyesinde
acımasızlaşabilirdik düşünmeden. Bu arada -benim gibi özellikle hayranları
olanlar için eklemeliyim- belki
de süre olarak bir başrole göre ekranda kısa süre almasına rağmen Samuel L.
Jackson, muhteşem oyunculuğu ile filme ayrı bir güzellik katıyor, klişe
tabiriyle göz dolduruyor.
Yıllardır, yüzlerce dvd içinde izlenmeyi
bekleyip, her seferinde büyük bir gönül rahatlığıyla en altlara ittiğim bir
film bu. Kendi kendime film günü ilan ettiğim, dışarının tüm neşesine, kuş
cıvıltısına, Beşiktaş balık pazarına, Taksim meydanına rağmen; gözümü,
kulağımı, perdelerimi dışarıya kapadığım Pazar’lardan birinin öğleden
sonrasında izledim.
Bu
yazıyı sosyal medyada yazıyor olsaydım, anahtar kelimeler olarak, kırmızı,
keman, müzik, flash-back, Samuel L. Jackson, tutku, arzu, ihtiras, oyun, aşk,
karanlık, büyü, kehanet, gelecek, ama illa ki acı yazardım. Çünkü, -pek çoğumuz için
böyledir herhalde- tutku kelimesini acı ile birlikte düşünürüm. Delice istemek,
özlemek, erişememek, daha çok istemek, ağlamak, yanmak, kavrulmak… Ama bugün, bu karanlık filmi
MUTLULUK açısından görmeyi, anlatmayı denemek istiyorum. Yanlış anlaşılmasın!
Pozitif bakış açısı öğretilerini sırtlanıp, “mutlu olmak bir seçimdir, aramayı
bilirsek buluruz, önemli olan varılan yer değil yapılan yolculuktur” filan
demeyeceğim. Sadece bu bloğun yazarının bana açtığı pencereden bakmaya
çalışacağım. Doğudan ve batıdan, felsefeci yada matematikçi pek çok kişinin
söylediklerini, huzurlarınızda –naçizane- sesli düşüneceğim diyelim.
Filmin
temalarından gideyim, tutkuyla başlayayım; aşkla,
ihtirasla, sevdiğin varlığa ulaşamamanın beslediği alevlerde yanmak, sabahlara
kadar ve her şeyden vazgeçecek kadar istemek ama kavuşamamak acı ise, kavuşmak
hikayenin sonu mudur yoksa mutluluk mu? –bitiş
çizgisine ulaşmak/hedefe varmak=mutluluk?-
Ya da
bu kadar kuvvetli sevebilecek, bu yangına dayanabilecek bir yüreğe sahip olmak,
verdiği tüm acılara rağmen mutluluk mudur? –sevme kabiliyeti/güçlü
donanıma sahip olmak/diğerlerinden üstün olmak/güzelliği sezebilecek zevke
sahip olmak=mutluluk?-
Peki
ya ölümler? Sevdiklerimizin kaybından sonra hissettiklerimiz içinde –cennete
gittiğine yada yalan değil gerçek ve mânâ dünyasına gittiğine, Hakka
kavuştuğuna inansak bile- mutluluğu sayabilecek olanımız var mıdır? Ama ya gidenden bir parçayı kendinize
alıkoymayı başarabildiyseniz… Sarılabilmek, koklamak, bir şekilde varlığını
hissedebilmek mutluluk mudur? –olanla,
elde edebildiğinle Yetinmek=Mutluluk?-
Peki,
bu kadar derinleşmesek de olur. Hüzünlü de olsa sadece bu muhteşem keman
ezgilerini dinlemek, bundan zevk alabilecek kulağa/gönüle sahip olabilmek
mutluluk mudur?
Daha
da yüzeyselleşip, sığlaşabilirim; Aman şöyle bir film koyup uzanayım, boş boş
bakayım, nasıl olsa beşinci dakikada uyuyakalırım diye düşünerek açtığınız
filmi anbean artan bir merakla izlemek, böyle bir süprizle karşılaşmak mutluk
mudur?
Benden daha fazlasını beklemeyiniz. Çünkü ben
dram severim, trajedi severim. Bir de sevdiğim şeyleri paylaşmayı…
fatoşboyacı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder